HABERLER
A’dan Z’ye Bakliyat ve Dinçer

Mehmet Tevfik DİNÇER

Dinçer Gıda ve PAKDER Başkanı

Türkiye’nin önde gelen bakliyat markalarından Dinçer Gıda’nın sahibi ve Tarım Ürünleri Hububat Bakliyat İşleme ve Paketleme Sanayicileri Derneği (PAKDER) Başkanı Mehmet Tevfik Dinçer ile uzunca bir değerlendirme görüşmesi yaptık. Öncelikle kendi firması ile ilgili geçmişten bugüne bir değerlendirme yaptığımız Dinçer, daha sonra sektörle ilgili sorularımızı yanıtladı. Tarım Politikası, açık bakliyat satışı, ihracat konusunda görüşlerini aldığımız Dinçer, gerekli önlemler alınmadığı takdirde, bu yılın iflaslar yılı olacağı görüşünde…

Önce kısa bir özgeçmişinizi, sonra da çalışma hayatınızı ve Dinçer Gıda’nın kuruluş ve ilerleme hikayesini kısaca anlatır mısınız?

1956 yılında Mardin’de doğdum. 1976’da İstanbul’a geldim. İlk, orta ve lise öğrenimimi Batman’da bitirdim. Yüksek öğrenimimi İstanbul’da yaptım. İki çocuk babasıyım. Arapça ve İngilizce biliyorum. Yaklaşık 27 yıldır gıda piyasasındayım. Dinçer Gıda Sanayi ve Ticaret limitet şirketi yöneticisiyim. Aynı zamanda Paket Bakliyat, Hububat Bakliyat ve Paketleme Sanayicileri dernek başkanıyım. Türkiye Gıda Dernekleri Federasyonu Yönetim Kurulu üyesiyim. Aynı zamanda İTO’da hububat bakliyat konusunda meclis üyesiyim. İstanbul’da yüksek öğrenimimi sürdürürken aynı zamanda gıda işine başladım. Eskiden gıda piyasasının kalbi olarak bilinen Unkapanı’nda 1979 yılında işe başladım. Gıda işini sürdürürken, hububat ve bakliyat işine de girdik. Sonradan Anadolu Yakası’nda gıda ve hububat konusundaki boşluğu fark ettik. 1983’de, Kadıköy’de hububat ve bakliyat işine başladık. 1985’de de Bağlarbaşı’nda devam ettik. Hububat ve bakliyat konusunda çalışırken 1990 yılında Ümraniye’de, bir arazi aldık ve bunu değerlendirdik. 1992 yılından beri de Ümraniye’deki kendi inşa ettiğimiz binamızda hububat ve bakliyat konusundaki çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Dinçer’in markalaşması da bu yıllarda paket bakliyata geçişle başlıyor değil mi?

Eskiden toptan piyasalarda 120 kiloluk çuvallarla ticaret yapılırdı. Daha sonradan ufak ambalajlara doğru bir geçiş oldu. O dönemde Türkiye’de uluslararası zincirler, özellikle Metro ve Carrefour v. s. gibi, çok uluslu büyük alış veriş mağazaları ülkemize geldi. Ve paket bakliyat konusunda bir talep söz konusu oldu. 1992 yılından bu yana hem çuvalla alıp sattığımız bakliyat işini devam ettirirken, aynı zamanda küçük ambalajlı paket bakliyat üretimine de başladık ve şu anda da bu devam ediyor. Böylece bir anlamda hem toptancıya, hem bakkallara ve marketlere yönelik çuvallı satışımız devam ederken, hem de market raflarında doğrudan tüketiciye yönelik paket bakliyatta ambalajlar üretimini devam ettiriyoruz. Büyük çuvallarda 120 kiloluk ambalajlar, 50 kiloluk ambalajlara sonra da 25 kiloluk ambalajlara dönüştü. Yakın zamanda bakliyat paketlerini standartlaşması olayını yaşadık. Paket bakliyat konusunda da önceleri sektörde 900 gramlık ambalajlar egemendi; ama daha sonra bu ambalajların 1 kilo olması konusunda ortak bir karara varıldı. Zaten Avrupa Birliği’yle olan uyum sürecinde de özellikle tüketicilerden gelen yoğun eleştirilerden ötürü bütün paket bakliyatçı arkadaşlarda 1 kiloluk paket bakliyat ambalajı üretme konusunda bir konsensüs oluştu ve Şu anda, sektörde faaliyet gösteren firmalar genellikle 1 kilo, 2, 5 kilo, 5 kilo ve 10 kiloluk ambalajlar şeklinde paket bakliyat üretiyorlar. Biz de bunun yanı sıra, geçen yıl 500 gramlık ambalajlar da üretmeye başladık.

Ürünleriniz arasında neler var? Bunlardan ne kadarını ihraç ediyorsunuz? Ürünlerimiz bakliyatın bütün çeşitlerini kapsıyor. Genel olarak pirinç ağırlıklı olmakla birlikte, kırmızı mercimek, yeşil mercimek, fasulye, nohut, bulgur, köftelik bulgur, cin mısırı diye tabir edilen patlayan mısır, aşurelik buğday ve soya fasulyesi gibi ürün çeşitlerimiz mevcut.

2005 yılının sonunda oğlum Taylan Onur Dinçer’e bir dış ticaret firması kurduk ve böylece ihracata da adım atmış olduk. İhracatta da daha önce DİNÇER olarak yapılan ihracat, 2005 yılından itibaren MAYA dış ticaret adı altında, özellikle sırasıyla Almanya, İsveç, Kazakistan, Fransa, İsviçre, Arnavutluk ve Kosova gibi ülkelere ihracat yaparak devam ettirdik. İhracatta da yine genelde bakliyat ürünleri var. Pirinçte ürünü dışa satma şansımız yok; ama kuru baklagillerde kırmızı mercimek, nohut ve bulgur gibi kuru baklagiller ağırlıklı. Bulgur ise özellikle sanayi ürünü olduğundan, dışarı gönderdiğimizde yüzde 30’a yakın bir fon uygulanıyor. O yüzden bulgur ihracatı biraz sıkıntılı. Kuru baklagillerde herhangi bir vergi yok; ama sanayi ürünü olan ürünlerde bu vergi var. Bu yüzden bulgur ihracatında biraz zorlanıyoruz; ama diğer ürünlerde böyle bir sıkıntı yok.

500 gramlık poşetlerinize yurt içinden gelen talep nasıldı ve şu anda ne durumda?

Açıkçası ciddi bir talep oluşmadı. Genelde daha büyük ambalajlı ürünlere olan talep daha fazla… Şu an için 1 ve 2, 5 kiloluk ürünler daha fazla rağbet görüyor. Avrupa ülkelerinde ise durum biraz daha farklı… 500 gramlık poşet talebi aslında bize Avrupa’dan geldi ve biz de onların taleplerine uygun olarak 500 gramlık ambalaj bastırdık ve onu uygun üretim bandımıza aldık. Sadece dışarıdan gelen talebi karşılıyoruz. İçeride ise, sirkülasyonu az olan ürünlerde, mesela aşurelik buğday, cin mısırı, soya fasulyesi gibi ürünlerde küçük ambalajlar daha fazla talep ediliyor.

Sizin bakliyat satıcısı olmanızın yanında, soyadınız bir marka olması durumu var. Bir miktar bahsettik bundan; ama markalaşma çerçevesinde bakarsak; bu marka oluş sürecine nasıl başladınız, marka haline nasıl geldiniz, sizin bu süreçte hamleleriniz neler oldu? Bu süreci anlatır mısınız?

1978 yılından bu yana Türkiye’de marka yaratma ve bu markaya soy ismini verme şeklinde bir eğilim var. Biz de bu eğilime uyduk ve soy ismimizden oluşan bir marka başvurusu yaptık. Özellikle paket bakliyat işine girdiğimiz zaman markalaşmaya gittik. Markalaşma günümüzde de çok önemsenen bir olay. Biz de 1992’de, zincir mağazalardan ve hipermarketlerden gelen talep üzerine, küçük ambalaj üretmeye başladığımız anda, markalaşma yolunda ilk adımları attık ve “Dinçer” için başvurduk. Hem ürünlerimizi satmak konusunda sıkıntı yaşamamak; hem de internet’te bir web sayfası hazırlamak amacımızdı. Dinçer’i tescil ettirdik ve Dinçer 1990’lı yıllardan beri böyle bir yapılanma sürecinden geçti. Markalaşma sürecinde özellikle bir ürünü kaliteli bir şekilde üretiyorsanız ve tüketicinin damak zevkine uygunsa, o ürünü tüketici devamlı talep ediyor. Bunu bir marka adı altında güvenceye alabiliyorsunuz.

Markalaşma öncesi fason üretim yapıyor muydunuz?

Biz başlangıcımızdan bu yana fason üretim yapmadık. Fason üretim yapmamız konusunda bazı teklifler de geldi; ama biz kendi adımıza kendi markamızla üretim yapmayı uygun gördük ve bu şekilde de devam ediyoruz.

Siz kendiniz fason üretim yaptırıyor musunuz?

Fason üretimi özellikle bazı ürünlerde, bizim dökme diye tabir ettiğimiz çuvallı ürün alım satımında yoğun bir talep olduğu için yaptırıyoruz. Bütün ürünleri burada bizim üretmemiz mümkün değil. Özellikle bazı ürünlerde anlaşmalı üreticilerimizle, kendi markamız adı altında üretim yaptırıyoruz; ama bunu her üründe yapmıyoruz. Genel olarak paketle ilgili ürünlerin tüm üretimlerini kendi tesislerimizde yapıyoruz.

Fasoncularınızı hangi kriterlere dayanarak seçiyorsunuz?

Biz 27 yıldır sektörün içerisindeyiz. Bu süreç kısa bir süreç değil. Biz bu süreç içerisinde tedarikçilerimizin bize yaklaşımlarını, bize verdikleri sözleri tutmalarını, söz verdikleri kaliteyi sürekli kılıp kılmadıklarını gözlemliyoruz, değerlendiriyoruz. Bizim işletmemizde 1992’de bu yana paket bakliyat konusunda üretim yaparken, kayıt dışı’na önlem almak amacıyla, Tarım ve Köy işleri Bakanlığı, İl Tarım Müdürlükleri kanalıyla üretim sertifikalarımızı öncelikle aldık. Daha sonra İso ve HACCP’i yani gıda güvenliği sistemlerini kurduk. Burada ürünün altyapısını ve izlenebilirliğini oluşturduk. Bunu yaparken de hem tedarikçilerimizi hem de ürünümüzün sofraya ulaşacağı süreyi takip ediyoruz. Bize hizmet veren tedarikçilerimizi de tedarikçi değerlendirme formlarıyla, beklediğimiz kriterlerdeki en uygun tedarikçi hangisiyse, öncelikli sıraya göre 3 tane tedarikçi oluşturuyoruz ve bunlara puanlar veriyoruz, en iyi olan tedarikçi de bizim bazı ürünlerimizi kendi markamız adı altında üretiyor.

Anadolu Yakası’ndaki boşluğu gördüğünüzden bahsettiniz ve orada da üretime başlayıp, talep gördünüz. Şu anda da Türkiye çapında bir markasınız. Türkiye çapında bir marka olma sürecini nasıl yaşadınız?

En baştan beri markalaşmaya aday olan firmaların izledikleri süreçleri biz de izledik. Bu süreç içinde önce hizmet verdiğimiz kendi bölgemizde kaliteli bir hizmet vermeyi, piyasada ciddi bir paya sahip olmayı amaçladık. Daha sonra da bu süreci Türkiye çapına yaydık. Zaten kaliteli bir ürün ürettiğiniz zaman, bu ürün dünyanın her yerinde kabul görüyor. Biz de bu süreçte bir nevi bölge bölge genişledik. Önce kurulduğumuz bölge olan Anadolu Yakası’nda, daha sonra İstanbul piyasasında ve daha sonra da Marmara ve Karadeniz Bölgesi’nde genişledik. Mardinli olmamdan dolayı Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde de piyasada boy gösterdik, distribütörlük kanalları oluşturduk. Distribütörlük kanallarıyla da Türkiye’nin her tarafına hizmet verebilir konumdayız. Bunun dışında da kurduğumuz dış ticaret firmasıyla da dünya piyasalarıyla da ilişki içine girdik.

Yurt dışında da yine Dinçer markasını mı kullanıyorsunuz?

Evet, Dinçer markasını kullanıyoruz.

Genel olarak piyasada karşılaştığınız sorunlar nelerdir?

İç piyasada karşımıza çıkan birçok sorun var. Bu sorunları aşmak için, Sektörün öncü firmaları bir araya gelerek, kendi aramızda bir sivil toplum örgütü kurduk: Bunun kısa adı PAKDER’dir. Sektör olarak, Şu an bizim için en önemli sorun, bakliyatın üretimiyle ilgili yapısal sorunlardır. Bunun dışında, bakliyatın tüketimiyle ilgili, iç pazardaki satışıyla ilgili sorunlarımız var. Biz içinde bulunduğumuz konum ve sosyal sorumluluk gereği, bu sorunlarımıza çözümler bulmaya çalışıyoruz. Sektörel sorunlara çözüm bulmak amacıyla, hem derneğimiz hem de İTO’da sorunlarımızın çözümü için yoğun çalışmalarımıza devam etmekteyiz.

Kayıt dışılık, birçok sektörde olduğu gibi, bizde de çok sık karşılaşılan bir sorun. Bunun dışında denetim sorunu da sık karşılaştığımız sorunlardan biri. İl tarım müdürlüklerimizin bu konudaki çalışmalarını takdirle karşılıyorum. ancak bu konuda mesleki sivil toplum örgütlerinden de destek sağlanması gerektiğini düşünüyorum.

1980’lere kadar, bizim satış yaptığımız ürünlerde Türkiye’nin herhangi bir sıkıntısı yoktu. Ancak 1980’den sonra, özellikle bazı ürünlerde zorunlu olarak ithalata başvurma gereği duyuldu. Bugün için belirtmek gerekirse, yeşil mercimek ve barbunya’da net olarak bir sıkıntı var. Türkiye, dünyada bu iki ürün açısından avantajlı bir ülke konumundayken, şimdi net ithalatçı konumunda… Burada tabi ki üretim politikaları devreye giriyor. Eğer ürettiğiniz ürünlerin rekolteleri yüksek olursa, o ürünle ilgili sektör çok daha rahat bir çalışma ortamı bulabiliyor. Küreselleşmenin doğurduğu sonuçlar burada etkili oluyor. Her ürünün artık dünyada bir borsası var ve bu da rekabeti doğuruyor. Artık hem dünya çapında bir rekabet hem de şirketler arasında bir rekabet var. Türkiye’de, Türk çiftçisinin, dünyadaki bu rekabetten etkilenmemesi için, uluslararası düzeydeki üreticilerle rekabet edebilecek bir altyapıya sahip olması gerekiyor. Bu da, üretime destek vermekle olabilecek bir durum. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nın bu konuda yoğun çalışmaları var, biz bu çalışmaları her zaman takdirle karşılıyoruz. Burada bize de düşen sorumluluklar var. İç piyasadaki ve sektördeki sorunları çözüme kavuşturabilmek için, bir sivil toplum örgütlenmesi oluşturduk ve diğer firmalarla sürekli işbirliği halindeyiz.

Bu noktada kayıt dışı üretimi biraz daha irdeleyebilir miyiz?

Kayıt dışılık konusunda, bazı ürünlerde sıkıntı yaşıyoruz. Bunlardan pirinç ve bulgurun KDV’si yüzde 8. Diğer baklagillerde yüzde 1. Kayıt dışılık, ilk olarak tarladan başlıyor. Çiftçi ürettiği ürünü, satış noktasında eleme ve boylama üniteleri olan işletmelere satarken kayıt dışılık başlıyor. Burada işletmeler bu ürünleri satın alırken, ödenen stopaj, Bağ- Kur pirimi ve borsa tescil ücretlerinden dolayı, yüzde 3, 5 ila yüzde 4 ‘e yakın bir ek maliyet oluşuyor. Dolayısıyla kayıt altındaki firmalar bu ürünleri satın almada bu farkı ödüyorlar. Oysaki kayıt dışı firmalar bu ek maliyetleri ödemeden satın aldıklarında belirtilen bu oranlardan dolayı haksız bir kazanç elde etmektedirler.

Bu anlamda çiftçilerimize Ürünlerini satarken, bazı ürünlerde yapılan prim desteklemesinin yapılması gerekiyor ki kayıt dışılık kaynağında yok edilebilsin. Bu destek bir anlamda kayıt dışılığı yok etmede etkili olabileceği gibi envanter oluşturmada da fayda sağlayacağı düşüncesindeyim. Dinçer, olarak biz, aldığımız bütün ürünleri kayıt altında, faturalı alıp faturalı satmaya çalışıyoruz; ama kayıt dışı firmalar, faturasız ürün alım satımı yaptıkları için haksız rekabet sorunu ortaya çıkıyor. Kayıt altındaki firmaların, kayıt dışı firmalarla rekabet edebilmesi güçleşiyor.

Bir işletme düşünün ki; bir ürünü 100 liraya satın alıyor, bunu KDV’si ile beraber 108 liraya mal ediyor. Düşük paylarla bu ürünü satmayı planlarken, yüzde 3’lük bir pay da koyulunca, 110–111 lira gibi fiyatla satmanız gerekiyor. Oysaki kayıt dışı çalışan firmalar, 100 liralık bir ürünü satın alırken, herhangi bir katma değer ödemeden satın alabiliyor ve yüzde 5 kar ederek sizin satın aldığınız fiyattan daha ucuzuna satabiliyor. Bu anlamda, kayıt altındaki firmalar satış noktasında çok büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya kalabiliyor.

Bu sıkıntının çözülebilmesi için, denetimin çok sıkı tutulması gerekiyor. İl Tarım Müdürlüklerimiz bu konuda çok büyük çaba harcıyorlar; ama bu denetimlerden tam anlamıyla bir verim elde edemiyorlar. Ne yaparsanız yapın, kayıt dışılığı tam anlamıyla ortadan kaldırabilmek mümkün değil. Bu konuda, mesleki örgütlerin ve sivil toplum örgütlerinin işbirliği içinde çalışmaları gerekiyor.

Kayıt dışılık, bir ülkenin vergi kaybına sebep olduğu gibi, o sektörde kayıt altında çalışan firmaların da gelir kaybetmelerine neden oluyor.

Bunun dışında bir diğer temel sıkıntı tarımdaki verimlilik sorunu. Bu konuda değerlendirmelerinizi alabilir miyim?

Bir başka sorun da; çiftçinin ürettiği ürünün verimliliği ile ilgili; çünkü burada verimlilikten kasıt, kullanılan tohumdan alınacak verimin önemi. Dünyada önemli bir konumda olduğumuz yeşil mercimek ve kırmızı mercimek aynı potada değerlendiriliyor. Mercimekte ekiliş 2004 yılında 500 bin hektar, bir dönümde 112 kilo ürün alınmış, üretim 560 bin ton civarında. 2005’e baktığımız zaman ekilişte bir azalma var. 440 bin hektarlık bir ekiliş yapılmış, bir dönümde 126 kilo alınmış, üretim 555 bin ton.

2004 yılında nohutta ekiliş 650 bin hektar, verim yüzde 100, 650 bin ton üretim yapılmış. 2005 yılındaysa, ekilişimiz 630 bin hektar, verim 196, 8. Üretimimiz 610 bin ton civarında.

Fasulye’de ekilişimiz 2004 yılında 192 bin hektar, verim yüzde135 kadar, üretimimiz 260 bin ton civarında. 2005’te ise, fasulye’de ekilişte bir düşüş var. 175 bin hektar ekiliş yapılmış. Verim yüzde 128 civarında. Üretim 225 bin ton civarında.

Ekiliş ve elde edilen ürün bakımından bölgeden bölgeye birtakım değişiklik yaşanıyor. Dünyada ise, 2005 yılı verilerine göre kuru bakliyat üretimi 52 milyon ton civarında. En fazla üretim ise Hindistan’da… Dünyada en fazla üretilen baklagillerde özellikle kuru fasulye 19, 2 milyon ton civarında. Bezelye 11 milyon ton, nohut 9 milyon ton civarında, bakla üretimi 4. 6 milyon ton, börülce 3, 7 milyon ton, mercimek, yeşil ve kırmızı mercimek birlikte değerlendiriliyor, 4 milyon ton civarında. Türkiye’ye baktığımızda, en çok üretim mercimek ve nohutta… Bu iki üründe çok iyi konumdayız. Özellikle mercimekte, Türkiye, Hindistan’dan sonra 2’nci durumda… Nohutta ise, Hindistan en çok ekilişin olduğu ülke ve en çok üretimin olduğu ülke… Pakistan bizden daha çok ekim yapmasına rağmen, verimi bize göre daha düşük olduğundan, nohutta da Türkiye, Hindistan’dan sonra 2. sırada.

Rakamların söylediklerini siz nasıl değerlendirirsiniz?

Bakliyat üretiminde, öncelikle arazi büyüklüğü çok önem taşıyor; çünkü bizde tarım alanları miras yoluyla bölündüğü için, işletmelerimiz küçük. Bizde, tahminen ekiliş yapılan alan, 6 bin dekar civarında. Öte yandan örneğin, Kanada’ya baktığımızda 250–300 bin dekarlık yerler değerlendiriliyor. Orada üretilen ürünün girdi maliyetinde de düşüş oluyor. Bakliyat konusunda artık kendi kendimize yetmenin ötesinde, ülkemizin bu stratejik ürünlerde, üretme konusunda altyapısı ve toprakları müsait olmasına rağmen bazı ürünlerde sıkıntı yaşanıyor. Yukarıda saydığım bazı ürünlerde en üst sıralarda olmamıza rağmen, bazı ürünlerin yurtdışı’ndan ithal edilmesi bizim sektörümüzde yaralar açıyor.

Verimlilik artışının sağlanması için tohum ıslahı gerekiyor. Pazarlamada çiftçiye destek olmak gerekiyor. Bu ürünlerde rekoltenin yüksek olması, bizim firmamızı da bağlı olduğumuz sektörü de rahatlatacağı gibi, ülkemize de çok önemli bir döviz girdisi sağlayacaktır.

Bu sorunlar sadece devlet desteğiyle çözülebilir mi?

Bu sorunların çözümü için devlet desteği elbette çok önemlidir. Bunun kesin çözümü iyi bir tarım politikası oluşturmakla ilgilidir. Ayrıca çiftçilerimize bilgi desteği bu işin en önemli kısmıdır. Ayrıca bu sorunları çözmek için iyi bir planlama gereklidir. Herkesin bildiği bir sözü burada yinelemek isterim; birine sürekli balık vermektense balık tutmayı öğretmek daha doğru olur. Bu anlamda Çiftçinin eğitilmesi çok önemlidir.

Genellikle çiftçilerimiz, geçen yıl en fazla para eden ürünü tekrar ekme eğilimi mevcuttur. Tabi bir sonraki yıl o ürünün fiyatı düşer fazla üretimden dolayı. Devlet burada planlama yaparken iç piyasaya göre değil, dış piyasaları dikkate alarak bir planlama yapması gerekir. Elinizde olan avantajlı ve stratejik bir ürünü dışarı satabilirsiniz.

Bu noktada size çok ilginç bir örnek verebilirim. Geçenlerde Kanada’dan misafirlerimiz oldu burada, kırmızı ve yeşil mercimek üretiyorlar. Bize satmak için geldiler. Merak edip sordum “bu ürünleri Siz kendi iç pazarınızda tüketiyor musunuz? ” diye. Çok fazla tüketmediklerini söylediler. Bu ürünler, toprak için üretimleri faydalı ürünler. 80’li yıllarda tarım alanlarının nadasa bırakılmasıyla ilgili bir proje vardı, çok ciddi bir verim artışı oldu. Amerikalılar, Kanadalılar nadasa bırakmak yerine, yani boş değerlendirmek yerine bakliyat ekiyorlar. Çünkü bakliyat toprağa azot verir, onu zenginleştirir. Hem de o yıl o toprak boş bırakılmamış olur. Sonuç olarak çiftçiyi bilgilendirmek, tohumları ıslah etmek, gerekli destekleri vermek gerekiyor.

Şimdiki hükümetin tarım politikaları çok eleştiri alıyor. Önceki yıllara göre çok farklı bir yaklaşımı var çiftçiye. Siz bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Bu sorun çok eskilere dayanıyor. Türkiye’de iktidarların ömrünün kısalığı, tarım konusunda istikrarlı bir uygulamaya gidilmesine engel oldu. Bugün Avrupa Birliği ile müzakere süreci içerisinde değerlendirmek lazım hükümetin tarım politikasını. Vaktiyle hükümetlerin popülist yaklaşımları, kartopunu çığa dönüştürdü. Gelişmiş, sanayileşmiş ülkelerde dahi tarım hala önlerindeki en önemli hedeflerden birisidir. Onlar bu olayı bilimsel yollarla çözüyorlar. Bugün bir Avrupa ülkesine gittiğinizde boş bir yer göremezsiniz. Otoban kenarları dahi ekilidir.

Tarım Bakanlığı bugün çok ciddi çalışmalar yapıyor. Özellikle sivil toplum örgütleriyle iletişim ve işbirliği halinde… Daha önce bu yoktu. Hükümetin bir sektörle ilgili aldığı karar, piyasada çok farklı yansımalara sebep oluyordu. Şimdi alınan kararlarda bir işbirliği söz konusu…

AB ile entegrasyon sürecinde bizden beklediği tarım nüfusunu azaltmamız isteğine dikkat çekmek gerekir. Yüzde 35’lik nüfusu yüzde 15’e çekmemiz isteniyor. Tabi burada bu azaltma yapılırken ortaya çıkan nüfusu istihdam etme sorunuyla karşılaşıyoruz. Bu da bildiğiniz gibi çeşitli sosyal sorunlara neden oluyor. AB bu noktada aynı durumdaki diğer ülkelere ciddi anlamda destekler verirken, Türkiye’ye bu desteği vermedi. Burada ortaya çıkan sorun, hükümetin politikasından çok AB’nin samimiyetsizliğinden kaynaklanıyor.

AB sürecinde son yaşana imza krizinden sonra askıya alınan başlıklar içerisinde tarım yok. Bunu bir avantaj olarak mı görüyorsunuz?

Bu sektör açısından avantaj ama bu süreç, sancılı bir süreç… Bu yeni sisteme entegre olunabilmesi için ciddi anlamda finansal destek gerekliliği ortaya çıkıyor.

Peki bu sürecin sonunda, yaşanan tüm sıkıntılardan sonra, gelinen noktanın kayıt dışı üretimi ve haksız rekabeti bitireceğini düşünüyor musunuz?

Elbette. Bugün AB özellikle tarım konusunda bize yakın ülkeler, bizim yaşadığımız bu süreçleri yaşadılar. Onlarda nasıl aşıldıysa, bizde de bu sorunun aşılabileceğini düşünüyoruz. Bu süreçte finansal destekler çok önemli. Aslında sektörümüz şu anda avantajlı durumda. Geniş ölçekli baktığımızda tüm bu sıkıntıları aşmak mümkün…

Son değerlendirme ve tahmin sorularına geçmeden önce kısaca açık bakliyat konusunda da görüşlerinizi alabilir miyim?

Bu özellikle paket bakliyat üretimi yapan firmaları rahatsız eden bir konu da açık bakliyat satışıdır. Özellikle yerel Zincir mağaza yöneticileriyle sohbetlerimizde açık ürün satışı yapmalarına rağmen kendileri de bu durumdan pek memnun değil. çok uluslu marketlerin ülkeye gelişi, açık bakliyattan paketlenmiş bakliyata bir geçiş sürecini oldukça hızlandırdı. Zincir mağaza yöneticisi arkadaşlarla yaptığımız görüşmelerden anlıyoruz ki, açık bakliyat konusunda onlar da rahatsız. Ürünün hijyeni, satış noktasında ek bir eleman istihdamı gibi sorunları oluyor onlar içinde. Vaktiyle açık makarna satıldığı olmuştu ama artık bunu görmek mümkün değil. Bu dönüşümün bakliyat sektöründe de mutlaka yaşanması gerekiyor. Paketlenmiş ürünün standartlara uyup uymadığı konusunda denetim yapmak daha kolay. Oysa açık üründe bu denetim çok zorlaşıyor. Paketli ürünlerde ürünün Türk Gıda Kodeksi’ne uygunluğu, menşei, standartları rahatlıkla görülebiliyor. Burada zincir mağazaların özellikle paket bakliyata yönelmelerinin, kendi menfaatlerine uygun olacağını düşünüyorum. Son dönemde açık bakliyat satışında artış olsa da, uzun vadede paket bakliyatın tamamen hakim olacağını öngörmekteyim.

Bu konuda yasal bir zorunluluk yok değil mi?

Hayır yok. AB uyum sürecinde özellikle gramaj konusunda bir takım girişimlerimiz olmuştu. İl Tarım Müdürlükleri’nin de yönlendirmesiyle 1000 gramlık ürün satışı konusunu çözdük. Ancak açık ürün konusunda, ilgili kanunda “açık ürün satışı yapılamaz” ibaresi var. Yine de bazı resmi kurallara bağlı kalınarak açık ürün satışı yapılabiliyor.

Kısa ve genel olarak sektörünüz açısından 2006 yılını değerlendirebilir misiniz?

Sektör açısından verimli bir yıl olduğunu söyleyemem. AB sürecinde birçok firma bu yarıştan koptu. İç tüketimin daralması, sektördeki bilgi seviyesinin düşüklüğü, kayıt dışılık gibi faktörler birçok firmanın bu yarıştan kopmasına neden oldu.

2007 için görüşleriniz neler?

Bu yıl ödemeler konusu çok ciddi bir sorun olarak gündeme geldi. Sektör içindeki ve dışındaki firmalarla konuştuğumuzda, vade sürelerinin çok uzadığını tespit ediyoruz. Tahsilat yapamadıklarını ifade ediyorlar. Ben, 2007 yılının bu şartlar altında devam edildiği takdirde çok büyük iflasların yaşanabileceğini öngörüyorum. 2007’nin biraz daha sancılı ve sıkıntılı bir yıl olacağını düşünüyorum.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Yeni nesil bakliyatı maalesef neredeyse unutacak. Tarım politikası içerisinde bakliyata özellikle önem verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şu anda bazı ürünlerde ithalatçı konumdayız. Eğer bakliyata gerekli önemi göstermezsek, çiftçilerimizin bakliyat ekiminden vazgeçmesi söz konusu olabilir. Bu konuda özel bir çalışma yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu 7 milyar dolar civarında olan gıda ihracatının, özel önem gösterildiği takdirde 20 milyar dolarlara çıkabileceğini düşünüyorum.